Gerçek sanatseverler biliyordur, bu ara İstanbul’da geniş boyutlu bir belgesel film şenliği sürüyor: 1001 Belgesel Film Festivali.
Bu şenlikte, Küba belgeselleri de yer alıyor; filmleri gösterilenler yönetmenlerden Rigoberto Lopez Pego İstanbul’da; Karaköy’deki eski tarihi Sümerbank yapısında, Kadıköy’deki Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde gerçekleştirdiği söyleşilerin ardından, İstanbul José Marti Küba Dostluk Derneği’ne konuk geldi, derneğin çalışkan yöneticisi sevgili Oğuz Kavala’nın girişimiyle. Belgesel Film Şenliği’ni yürütenlerden, aynı zamanda Denek üyesi Mustafa Temiztaş’ın katkılarıyla, önce şimdiye dek çektiği filmlerin en çarpıcılarından, Afrika’daki korkunç açlık sırasında gözleyip saptadıklarını yansıtan filmden kısa bir bölümü izledikten sonra, Yiğit Günay’ın çevirisiyle söyleşiye geçildi.
Rigoberto Lopez Pego, Havana Üniversitesi’nde siyaset bilimi okumuş; sonra gazeteciliğe başlamış; ilk kez Fidel Castro, çok çarpıcı bir tanımla, “Afrika’ya borcunu ödemek üzere” bağımsızlık savaşı veren Angola’ya uçaklar dolusu gönüllü asker yolladığı zaman gitmiş Afrika’ya, ve ülkelerinde almakta oldukları alçakgönüllü aylığın dışında kimseden tek kuruş yardım görmeyen, her uğraştan uluslararası dayanışma savaşçılarını; sıradan kahramanlıklarını; yüzlerce yıllık sömürgeci sülükleri de, her türlü doğal zorluk ve engeli de yenmelerini unutulmaz bir filmle, “Kızıl Toprak” ile insan kardeşlerine armağan etmiş.
Aslında gerçek sevdası şiir; 15 yaşında, Nâzım Hikmet’in şiirlerini ezberi bilir, genç kızların gönlünü çelmek için okurmuş; kendisi de şiir yazıyor elbet. Benim gibi bir ozanın belgesel sinemayla ne ilgisi olabilirdi, diye sordu olanca sevimliğiyle.
İlgisi şu: tıpkı geçende başka bir yazıda değindiğim Küba balesinin yöneticisini daha Havana’ya gelişlerinden birkaç gün sonra görmeye gelişi gibi, Fidel Castro ve yoldaşları, gerçek Devrim’in bir yıkma işi olmadığını, tam tersine yeni bir yapı kurma; binlerce yıllık ataerkil zorbalıktan, üç yüzyıllık anamalcı saçmalıktan sonra, gerçek uygarlık yolunu açma; yalnızca bilime dayanan eğitimle yepyeni kuşaklar yetiştirme sorunu olduğunu çok iyi bilmeleri ve bunun gereğini, hem de en aykırı, en güç koşullarda, belki karınları doyurmaktan bile önce yerine getirmeleri.
Böyle olunca, ozan ruhlu bir gazeteciye, günün birinde Angola’ya gitme; oradaki insanlık savaşını insan kardeşlerine asıl nitelikleriyle anlatma çağrısı kendiliğinden geliveriyor. Üstelik savaş haberciliği, yaşananları belgesel filme geçirme işi, özü gereği, önce o savaşa katılmayı, canlı kalmayı başarmayı gerektiriyor.
Angola’ya giderken, lise döneminde katıldığım zorunlu askerlik eğitimi dışında, doğru dürüst silah tutmayı da, ateş etmeyi de bilmiyordum, dedi bütün Kübalılar gibi başta kendisi, her şeyle ince ince, saygılıca dalga geçmeyi bilen Rigoberto.
Çarpışmalar sırasında, aranızda madalya kazanmış bir kahraman var mı, diye sormuş, 18 yaşlarında bir oğlanı göstermişler. Kahramanlık madalyasını nasıl kazandığını, en sıradan günlük olayı anlatır gibi aktarmış delikanlı:pusuya düşürüldük, komutanımız vuruldu, yardımcısı da öyle, o zaman iş başa düştü, birliğimi vuruşa vuruşa o cehennemden kurtardım.
Peki, yaşarken en çok istediğin şey ne? sorusuna genç kahramanın yanıtı: Dilerim sevgilim beni aldatmaz!
Angola’dan dönerlerken uçakta bu kahramana, seninle birlikte evine gelebilir, karşılanışını filme alabilir miyim, diye soruyor; yanıt elbette olumlu; gidiyorlar o alçakgönüllü eve; karşılanışın çeşitli sahneleri; sıra anayla oğlun karşılaşıp kucaklaşmasına gelince, görüntü yönetmenine dur diyor Rigoberto, “bundan sonrası aktöreye sığmayacaktı, çok özeldi”.
Küba gibi 11 milyoncuk bir ulusun, 50 yıldır, anamalcı kürenin büyük zorbası, 200 milyonluk ABD’ye nasıl kafa tuttuğunu, amansız acımasız kuşatmaya karşın nasıl ayakta kalabildiğini, üstüne yaşamın ve bilimin her alanında nasıl bütün insan kardeşlerine örnek olacak başarıları sürdürdüğünü anlayabilmek için sevgili ozan Rigoberto Lopez Pego’ya bakmak; anlattıklarını dinlemek; filmlerini izlemek yeter.
Bu yönde başka bir kanıt da, Cumhuriyet’ten geldi hemen ertesi gün: Havana’da insan haklarının çiğnendiğini öne sürerek yürümeye kalkan yaklaşık 30 kişilik kümenin çevresinde bitivermiş yörede yaşayanlar; üstelik itiş kakış, bağırıp çağırma, hakaret falan yok; yalnızca bağırmışlar: “Haberiniz yok mu, sokaklar Fidel’indir!”
Dünyamızın dört bir yanındaki yurttaşlar bu bilince, bu düzeye kavuşturulduğu gün, Havana köşelerinden birini süsleyen Sarı Saçlı Mavi Gözlü’nün yontusundaki özdeyiş egemen olacak: Yurtta Barış, Dünyada Barış.
Ulus Gazetesi,21 Aralık 2009.
21 Aralık 2009 Pazartesi
14 Aralık 2009 Pazartesi
NESRİN KAZANKAYA’NIN YENİ OYUNU
Ferhan Şensoy gibi, Nesrin Kazankaya da tiyatroyu çok seven, iyi bilen, bu dille kendini ve dünyamızı yansıtmayı becerebilen ender insanlardan; şimdiye dek Tiyatro Pera’da yazıp sahneye koyduğu kimisinde oyuncu olarak da yer aldığı bütün oyunları izledim, hem de kimisini birkaç kez. Dolayısıyla son oyunu 'Quintet- Bir Dönüşün Beşlemesi’ne merakla gittik Sevil, Sevgi, Nilgün, ben. Merakımız boşa çıkmadı, oradan yine hem tiyatro sanatının tadına vararak, hem yazgımız üzerinde düşünerek ayrıldık.
Oyunun özenle, beğeniyle hazırlanmış kitapçığında bakın ne diyor Nesrin Kazankaya oyunu konusunda:
“Yarım yüzyıldır darbelerin, baskı rejimlerinin kurgulayıp belirlediği yaşamları sürdürmeye çalışıyoruz. Herkesin ve her kesimin etkilenip acı çektiği böylesi dönemlerin sonucu, kaybolan kimlikler, kaybettirilen yaşamlar, kayıp kuşaklar oluyor. Gerçek ve cesur yüzleşmeler yaşanmadığı, üstü örtülüp geçildiği için miras bırakılan acıların ve kaybolmaların üstesinden gelmeye çalışıyoruz hep. Elbette direnç, bilinç ve akılla aşılabilirliğini de biliyoruz. Acılar kıyaslamasıyla hiçbir yere varamayız. Korkularla kuşatılıp, yasaklarla dolu çarpıtılmış bilgilerle yetiştirilen, geçmişi yok edilmiş ’80 sonrası kuşağını aydınlatabilmek, önünü açabilmek; yakın tarihimize yeniden bakmalarını, günümüz sorunlarını algılayıp analiz etmeye çalışmalarını sağlayabilmek zor, ama olanaksız değil. Geçmişin yaşanan acılarla algılanmasının umutsuzluğa, yeni bir tür nihilizme yol açma olasılığı da, savaşım verilmesi gereken bir başka tehlike.
Hep izleyici rolünü uygun görüyorlar bizlere. Her şeyi izliyoruz; savaşları, dönüştürülen, eğilip bükülen demokrasiyi, bozguna uğratılan yargı sistemini, haksızlıkları, şiddeti, baskıları, yaklaşan tehlikenin tüm ipuçlarını hep izliyoruz. Her şeyi görüyor, fark ediyor ve kenarda, yalın bir iskemle üstünde izlemeye mahkûm ediliyoruz sanki.
Peşine düştüğüm öyküler, darbelerle, baskı rejimleriyle, toplumsal çalkantılarla parçalanan özel yaşamların kırılgan öyküleri.
‘Quintet-Bir Dönüşün Beşlemesi’, Türkiye Cumhuriyeti tarihi üzerine yazdığım üçüncü oyunum. Tiyatro Pera 9. yılına girerken, ben de kendi ülkemizle ilgili bir üçlemeyi tamamladım. 1050’li yılları, demokrasiden baskı rejimine geçiş dönemini ele alan ve 12 Mart 1971 darbesine zıplamalar yapan ‘Şerefe Hatıralar’ (İstanbul 1955); 1980 darbesinin hemen ardından gelen şiddet ortamında geçen ‘Profesör ve Hulahop’ ve 2000’li yılların başında yaşanan bir öykü, ‘Quintet’.
Oyundaki dört kişi ve İstanbul kenti, ‘quintet’i, yani beşliyi tamamlıyor ve ‘Karşılaşmı’, ‘Uzlaşma’, Çatışma’, Vedalaşma’, ‘Ayrılma’ olmak üzere beş bölümde kendi kırık öykülerini aktarıyorlar. Müziklerde de solodan quintet’e uzanan bir yol izleniyor.
Aydınlık, güzel bir geleceğin yolu, öncelikle acılı geçmişimizle yüzleşmekten geçecek lebi ki.”
Dedim ya, Nesrin Kazankaya tiyatroyu iyi biliyor, çok seviyor, amaçladığını elindeki olanaklara, o çırılçıplak salona, ister istemez dar sınırlı oyuncu kadrosuna karşın, çarpıcı biçimde yazmayı da sahnelemeyi de gelenleri sevindirecek biçimde başarıyor her oyununda. Bu kez de öyle oldu; ‘Arkadaş’ı canlandıran Defne Halman’ı; ‘Adam’’ı oynayan Can Başak’ı , ‘Oğul’ Erdinç Anaz’ı ve kendi canlandırdığı ‘Kadın’ı yürekten, uzun uzun alkışladı izleyiciler.
Nilüfer Moayeri’nin bezem-giysi tasarımları yerli yerindeydi; oyunun görüntülerini sağlayan İlker Yiğen, Mehmet Aslan ve Zeynep Özden öyküye can kattılar; başarılı ışıklandırma Yüksel Aymaz’ındı; kitapçıkta kullanılan fotoğrafları Şenay Öztürk çekmiş. Oyunun dramaturgu Şafak Eruyar; Zeynep Özden yönetmen yardımcılığını da üstlenmiş.
Nesrin Kazankaya, bütün başarılı sanatçılar gibi, oyunlarına her zaman en uygun, en çarpıcı müziği seçmeyi de biliyor.
Şimdi de size kitapçıktan başka bir alıntı daha aktarayım:
“Doğduğum ve halen kokusunu aldığım köyüme ve evimin olduğu yere bir daha dönememe düşüncesi korkunç. Nüfus memurluğundaki kayıtlarda, benim için ‘akıbeti bilinmiyor’ notu düşülmüştü. Peki, bir devlet akıbetini bilmediği bir yurttaşını, bu muhalif bire de olsa, vatandaşlıktan nasıl atabilir? Hiçbir devlet, annemin mezarının ve dostlarımın bulunduğu topraklara girme hakkımı elimden alamaz. Bu lânet olası despotizm ve acımasızlık sürse de, doğduğum, büyüdüğüm, ilk âşık olduğum topraklara döneceğim.” Doğan Akhanlı, Köln.
İstanbul’da yaşayanlar hemen koşsun bu oyuna; gezmeye gelenler de izlencelerinin baş köşesine bu oyunu yazsınlar.
Nesrinciğim, sana ve sevdanı paylaşan Pera Tiyatrosu’ndaki candaşlarına yürekten teşekkür.
Ulus Gazetesi, 14 Aralık 2009.
Oyunun özenle, beğeniyle hazırlanmış kitapçığında bakın ne diyor Nesrin Kazankaya oyunu konusunda:
“Yarım yüzyıldır darbelerin, baskı rejimlerinin kurgulayıp belirlediği yaşamları sürdürmeye çalışıyoruz. Herkesin ve her kesimin etkilenip acı çektiği böylesi dönemlerin sonucu, kaybolan kimlikler, kaybettirilen yaşamlar, kayıp kuşaklar oluyor. Gerçek ve cesur yüzleşmeler yaşanmadığı, üstü örtülüp geçildiği için miras bırakılan acıların ve kaybolmaların üstesinden gelmeye çalışıyoruz hep. Elbette direnç, bilinç ve akılla aşılabilirliğini de biliyoruz. Acılar kıyaslamasıyla hiçbir yere varamayız. Korkularla kuşatılıp, yasaklarla dolu çarpıtılmış bilgilerle yetiştirilen, geçmişi yok edilmiş ’80 sonrası kuşağını aydınlatabilmek, önünü açabilmek; yakın tarihimize yeniden bakmalarını, günümüz sorunlarını algılayıp analiz etmeye çalışmalarını sağlayabilmek zor, ama olanaksız değil. Geçmişin yaşanan acılarla algılanmasının umutsuzluğa, yeni bir tür nihilizme yol açma olasılığı da, savaşım verilmesi gereken bir başka tehlike.
Hep izleyici rolünü uygun görüyorlar bizlere. Her şeyi izliyoruz; savaşları, dönüştürülen, eğilip bükülen demokrasiyi, bozguna uğratılan yargı sistemini, haksızlıkları, şiddeti, baskıları, yaklaşan tehlikenin tüm ipuçlarını hep izliyoruz. Her şeyi görüyor, fark ediyor ve kenarda, yalın bir iskemle üstünde izlemeye mahkûm ediliyoruz sanki.
Peşine düştüğüm öyküler, darbelerle, baskı rejimleriyle, toplumsal çalkantılarla parçalanan özel yaşamların kırılgan öyküleri.
‘Quintet-Bir Dönüşün Beşlemesi’, Türkiye Cumhuriyeti tarihi üzerine yazdığım üçüncü oyunum. Tiyatro Pera 9. yılına girerken, ben de kendi ülkemizle ilgili bir üçlemeyi tamamladım. 1050’li yılları, demokrasiden baskı rejimine geçiş dönemini ele alan ve 12 Mart 1971 darbesine zıplamalar yapan ‘Şerefe Hatıralar’ (İstanbul 1955); 1980 darbesinin hemen ardından gelen şiddet ortamında geçen ‘Profesör ve Hulahop’ ve 2000’li yılların başında yaşanan bir öykü, ‘Quintet’.
Oyundaki dört kişi ve İstanbul kenti, ‘quintet’i, yani beşliyi tamamlıyor ve ‘Karşılaşmı’, ‘Uzlaşma’, Çatışma’, Vedalaşma’, ‘Ayrılma’ olmak üzere beş bölümde kendi kırık öykülerini aktarıyorlar. Müziklerde de solodan quintet’e uzanan bir yol izleniyor.
Aydınlık, güzel bir geleceğin yolu, öncelikle acılı geçmişimizle yüzleşmekten geçecek lebi ki.”
Dedim ya, Nesrin Kazankaya tiyatroyu iyi biliyor, çok seviyor, amaçladığını elindeki olanaklara, o çırılçıplak salona, ister istemez dar sınırlı oyuncu kadrosuna karşın, çarpıcı biçimde yazmayı da sahnelemeyi de gelenleri sevindirecek biçimde başarıyor her oyununda. Bu kez de öyle oldu; ‘Arkadaş’ı canlandıran Defne Halman’ı; ‘Adam’’ı oynayan Can Başak’ı , ‘Oğul’ Erdinç Anaz’ı ve kendi canlandırdığı ‘Kadın’ı yürekten, uzun uzun alkışladı izleyiciler.
Nilüfer Moayeri’nin bezem-giysi tasarımları yerli yerindeydi; oyunun görüntülerini sağlayan İlker Yiğen, Mehmet Aslan ve Zeynep Özden öyküye can kattılar; başarılı ışıklandırma Yüksel Aymaz’ındı; kitapçıkta kullanılan fotoğrafları Şenay Öztürk çekmiş. Oyunun dramaturgu Şafak Eruyar; Zeynep Özden yönetmen yardımcılığını da üstlenmiş.
Nesrin Kazankaya, bütün başarılı sanatçılar gibi, oyunlarına her zaman en uygun, en çarpıcı müziği seçmeyi de biliyor.
Şimdi de size kitapçıktan başka bir alıntı daha aktarayım:
“Doğduğum ve halen kokusunu aldığım köyüme ve evimin olduğu yere bir daha dönememe düşüncesi korkunç. Nüfus memurluğundaki kayıtlarda, benim için ‘akıbeti bilinmiyor’ notu düşülmüştü. Peki, bir devlet akıbetini bilmediği bir yurttaşını, bu muhalif bire de olsa, vatandaşlıktan nasıl atabilir? Hiçbir devlet, annemin mezarının ve dostlarımın bulunduğu topraklara girme hakkımı elimden alamaz. Bu lânet olası despotizm ve acımasızlık sürse de, doğduğum, büyüdüğüm, ilk âşık olduğum topraklara döneceğim.” Doğan Akhanlı, Köln.
İstanbul’da yaşayanlar hemen koşsun bu oyuna; gezmeye gelenler de izlencelerinin baş köşesine bu oyunu yazsınlar.
Nesrinciğim, sana ve sevdanı paylaşan Pera Tiyatrosu’ndaki candaşlarına yürekten teşekkür.
Ulus Gazetesi, 14 Aralık 2009.
30 Kasım 2009 Pazartesi
ALEVİLER VE CUMHURİYET
Onur Öymen’in Meclis’teki konuşmasından sonra koparılan fırtınayı izlediniz, izliyorsunuz. Bu konuda iki çarpıcı ileti aldım; biri sevgili dostum Cengiz Özakıncı’nın aşiretler, ağalık, toprak dağıtımı konularında Mustafa Kemâl Atatürk’ün nasıl bir çözüm düşündüğünü özetliyor; öbürünü devrimci öğretmen Hatay Devrim gönderdi; o da Aleviler ile Cumhuriyet, dolayısıyla CHP arasındaki ilişkileri irdelemiş.
Hatay Devrim, genel olarak hemen hepimizin iyi kötü bildiği şeyleri özetliyordu: Aleviler, Orta Asya Türklerinden beri süregelen Şaman inancını, törelerini, tapınmasını sürdüren Anadolu Türkmenleri. Anadolu’da Osmanlı’nın egemen olmasından sonra, kendi bağımsız yaşamlarını sürdürebilmek için sürekli çatışmış, ayaklanmış, kıyıma uğramışlar.
Osmanlı, gücünün yettiği yerde, onları denetim altına alabilmek için, götürüp Kürt aşiret reislerinin buyruğuna sokmuş; bunun sonucunda günümüzde Türkçe konuşan Türkmenler ile Kürtçe konuşan Aleviler ortaya çıkmış.
Mustafa Kemâl Atatürk, hem bütün dünyayı, o arada Fırat-Dicle vadisinin, Musul bölgesinin değerli doğal kaynaklarını tekeline almak için akla gelen gelmeyen bütün oyunları çeviren Avrupalı sömürücülere; hem saraylarındaki bencil yaşamlarını sürdürebilmek için gerekirse şeytanla bile işbirliği yapmaya hazır Osmanlı sarayına karşı giriştiği savaşta kuşkusuz Alevilerin büyük desteğini almış.
Şaman töresini sürdüren gerçek Alevilerin Irak, İran Şiilerinden en büyük ayrım ve üstünlüğü, kadına gösterdikleri saygı; toplum içinde kadına verdikleri yerdir biliyorsunuz.
Atatürk’ü gerektiği gibi anlamalarında, verdikleri sağlam destekte bunun belirleyici etkisi var; Mustafa Kemâl’in daha sonra giriştiği büyük devrimde de baş köşeyi kadının toplumdaki, dünyadaki önemi; her şeyden önce kadınları eğitip aydınlatma tutar.
Cengiz Özakıncı’nın özetlediği bilgiler, toprak ağalığını, aşiret reisliğini, aşiret törelerini gözler önüne serdikten sonra, bu çemberi kırmak üzere ilkin Tek Tanrılı dinlerin getirdiği yeniliklerini anımsatıyor; sonra, kulları yurttaşa çevirmek üzere Mustafa Kemâl’in düşündüğü yönteme değiniyor.
Daha 1927’de, genç ve ateşli Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati’nin yerinde önerisiyle, Van’da önce bir lise, ardından üniversite açmaya girişiyor; 1936, 37, 38 yıllarında Meclis’i açış konuşmalarında, öncelikle topraksız köylülere toprak dağıtımına; daha da önemlisi, bir çiftçi ailesinin geçimini sağlamaya yetecek toprağın hiçbir durum ve koşulda bölünüp satılmaması için yasal önlem alınmasına ayırıyor.
Ama daha 1925’te, Cumhuriyetimizin kuruluşundan topu topu iki yıl sonra, bir partinin çatısı altında toplanıp tüzüklerine bütün limanların serbest ticarete, dolayısıyla denize döktükleri Avrupalı, Amerikalı sömürücülere açılmasını isteyen eski silah arkadaşları(?) Atatürk’ün bu temel devrimini yaptırır mı? Yaptırmamak için, İzmir’de denedikleri gibi, gerekirse onu öldürterek buna engel olmaya çalışacaklardır kuşkusuz.
10 000 yıllık ataerkil zorbalığı, 2000 yıllık dinsel baskıyı, 300 yıllık anamalcı barbarlığı aşabilmenin tek yolu bütün ayrım ve ayrıcalıkların temeli olan kadın-erkek eşitsizliğini yok etmektir; sevgili Atatürk, ömrü yetmediği için, bu hedefe bütünüyle varamadan ayrıldı aramızdan. Onun yaktığı meşaleyi kapan başka bir önder, Fidel Castro, 50 yılda kusursuz ulaştı bu amaca, hem de neredeyse aynı süredeki acımasız, amansız ABD kuşatmasına karşın.
Zavallı Amerikalı, Avrupalı sömürü tutkunları, bıçağı bizimle kendi karınlarına da sapladıklarını görüp algılamayıp hâlâ hem Kürtleri, hem Alevileri kaşıyor, kışkırtıyor. İşi gücü bırakıp öbek öbek Diyarbakır’a, Tunceli’ye koşuyorlar.
Geçen gün bir yazısında sevgili Serdar Ant’ın da değindiği gibi, PKK’ya köy, mezra bastırmanın Kürtlerle Türkleri kapıştırmaya yetmediğini gördüklerinden, şimdi işbaşına getirdikleri insanların ve 21. Yüzyıl’da 50 köyün insanlarını köle olarak pençesi altında tutmayı demokrasi diye sunan toprak ağalarının suçoktaklığıyla iki topluluğun analarının acılarını son kerteye çıkartarak sonuç almaya çalışıyorlar.
Hatay Devrim, iletisinde: Aleviler Cumhuriyetsiz, Cumhuriyet de Alevilersiz olmaz, olamaz! diyor.
Sürdürülen bütün karartmalara, kışkırtmalara karşın, dilerim güzelim Anadolu topraklarında yaşayan insanların hepsi bu temel gerçeği unutmaz, ona göre davranır,
Ulus Gazetesi, 30.11.2009
Hatay Devrim, genel olarak hemen hepimizin iyi kötü bildiği şeyleri özetliyordu: Aleviler, Orta Asya Türklerinden beri süregelen Şaman inancını, törelerini, tapınmasını sürdüren Anadolu Türkmenleri. Anadolu’da Osmanlı’nın egemen olmasından sonra, kendi bağımsız yaşamlarını sürdürebilmek için sürekli çatışmış, ayaklanmış, kıyıma uğramışlar.
Osmanlı, gücünün yettiği yerde, onları denetim altına alabilmek için, götürüp Kürt aşiret reislerinin buyruğuna sokmuş; bunun sonucunda günümüzde Türkçe konuşan Türkmenler ile Kürtçe konuşan Aleviler ortaya çıkmış.
Mustafa Kemâl Atatürk, hem bütün dünyayı, o arada Fırat-Dicle vadisinin, Musul bölgesinin değerli doğal kaynaklarını tekeline almak için akla gelen gelmeyen bütün oyunları çeviren Avrupalı sömürücülere; hem saraylarındaki bencil yaşamlarını sürdürebilmek için gerekirse şeytanla bile işbirliği yapmaya hazır Osmanlı sarayına karşı giriştiği savaşta kuşkusuz Alevilerin büyük desteğini almış.
Şaman töresini sürdüren gerçek Alevilerin Irak, İran Şiilerinden en büyük ayrım ve üstünlüğü, kadına gösterdikleri saygı; toplum içinde kadına verdikleri yerdir biliyorsunuz.
Atatürk’ü gerektiği gibi anlamalarında, verdikleri sağlam destekte bunun belirleyici etkisi var; Mustafa Kemâl’in daha sonra giriştiği büyük devrimde de baş köşeyi kadının toplumdaki, dünyadaki önemi; her şeyden önce kadınları eğitip aydınlatma tutar.
Cengiz Özakıncı’nın özetlediği bilgiler, toprak ağalığını, aşiret reisliğini, aşiret törelerini gözler önüne serdikten sonra, bu çemberi kırmak üzere ilkin Tek Tanrılı dinlerin getirdiği yeniliklerini anımsatıyor; sonra, kulları yurttaşa çevirmek üzere Mustafa Kemâl’in düşündüğü yönteme değiniyor.
Daha 1927’de, genç ve ateşli Milli Eğitim Bakanı Mustafa Necati’nin yerinde önerisiyle, Van’da önce bir lise, ardından üniversite açmaya girişiyor; 1936, 37, 38 yıllarında Meclis’i açış konuşmalarında, öncelikle topraksız köylülere toprak dağıtımına; daha da önemlisi, bir çiftçi ailesinin geçimini sağlamaya yetecek toprağın hiçbir durum ve koşulda bölünüp satılmaması için yasal önlem alınmasına ayırıyor.
Ama daha 1925’te, Cumhuriyetimizin kuruluşundan topu topu iki yıl sonra, bir partinin çatısı altında toplanıp tüzüklerine bütün limanların serbest ticarete, dolayısıyla denize döktükleri Avrupalı, Amerikalı sömürücülere açılmasını isteyen eski silah arkadaşları(?) Atatürk’ün bu temel devrimini yaptırır mı? Yaptırmamak için, İzmir’de denedikleri gibi, gerekirse onu öldürterek buna engel olmaya çalışacaklardır kuşkusuz.
10 000 yıllık ataerkil zorbalığı, 2000 yıllık dinsel baskıyı, 300 yıllık anamalcı barbarlığı aşabilmenin tek yolu bütün ayrım ve ayrıcalıkların temeli olan kadın-erkek eşitsizliğini yok etmektir; sevgili Atatürk, ömrü yetmediği için, bu hedefe bütünüyle varamadan ayrıldı aramızdan. Onun yaktığı meşaleyi kapan başka bir önder, Fidel Castro, 50 yılda kusursuz ulaştı bu amaca, hem de neredeyse aynı süredeki acımasız, amansız ABD kuşatmasına karşın.
Zavallı Amerikalı, Avrupalı sömürü tutkunları, bıçağı bizimle kendi karınlarına da sapladıklarını görüp algılamayıp hâlâ hem Kürtleri, hem Alevileri kaşıyor, kışkırtıyor. İşi gücü bırakıp öbek öbek Diyarbakır’a, Tunceli’ye koşuyorlar.
Geçen gün bir yazısında sevgili Serdar Ant’ın da değindiği gibi, PKK’ya köy, mezra bastırmanın Kürtlerle Türkleri kapıştırmaya yetmediğini gördüklerinden, şimdi işbaşına getirdikleri insanların ve 21. Yüzyıl’da 50 köyün insanlarını köle olarak pençesi altında tutmayı demokrasi diye sunan toprak ağalarının suçoktaklığıyla iki topluluğun analarının acılarını son kerteye çıkartarak sonuç almaya çalışıyorlar.
Hatay Devrim, iletisinde: Aleviler Cumhuriyetsiz, Cumhuriyet de Alevilersiz olmaz, olamaz! diyor.
Sürdürülen bütün karartmalara, kışkırtmalara karşın, dilerim güzelim Anadolu topraklarında yaşayan insanların hepsi bu temel gerçeği unutmaz, ona göre davranır,
Ulus Gazetesi, 30.11.2009
21 Eylül 2009 Pazartesi
SIFATLARIN İŞLEVİ
Son zamanlarda dillerden düşmeyen iki sıfat var: vahşi ve ılımlı;birincisi anamalcılığın yanında kullanılıyor, ikincisiyse İslâm’ın. Biliyorsunuz, sıfatlar sözcüklerin, kavramların anlamını pekiştirmekte, açmakta kullanılır. Peki bu iki sıfat böyle bir işlev mi görüyor, yoksa perdelemeye, bilinçleri bulandırmaya mı yarıyor? İkincisine elbet.
Önce nitelenen, açıklığa kavuşturulan, pekiştirilen sözcükleri ele alalım. Anamalcılık, evrenin temel yapısına, mantığına aykırı bir kavramdır: canımız da içinde,evrende hiçbir şey, kimsenin malı değildir. Dolayısıyla, su, hava, toprak, doğal kaynaklar, buluşlar, uygulamalar da olamaz. Elbette insanlar da, emekleri de, bunun yaratacağı artıdeğer de. Oysa ataerkil zorbalığa eklenen anamalcılık, inanılmaz bir laf ve kavram ebeliğiyle, bunların hepsini bur avuç zorbaya bağışladı yüzyıllardır; bu çarpıklık eldeki bütün uyutma, kandırma araçlarıyla, bugün de yürürlükte, daha doğrusu dünyayı, üzerindeki canlı cansız bütün varlıkları tehlikeye atma pahasına yürürlükte tutulmaya çalışılıyor o küçük soyguncu azınlık tarafından.
Demek ki, anamalcılığın kendisi vahşi, yırtıcı, yıkıcı zaten; yanına getirilen niteleme sıfatı, ancak kafa bulandırmaya; sanki onun yumuşağı, evcili, uygarı olurmuş yanılsamasını yaratmaya, sürdürmeye yarıyor. Ve bu tuzağa, bilerek bilmeyerek, devrimci olduğunu sanan ve savunanlar da düşüyor.
Aynı şey ılımlı İslâm için de geçerli; düz mantık, ister İslâm, ister Musevilik, ister Hıristiyanlık olsun, bütün tektanrılı dinler konusunda bireyleri tek bir seçimle yüz yüze getirir: bu dinlerden birine inandığınızı, onun buyruklarına göre yaşamak istediğinizi söylediğiniz anda, yol bellidir: hiç kıvırmadan, koşulsuz uyacaksınız inancınızın buyruklarına. Bunun ılımlısı, yumuşağı, uygarı olmaz, olamaz. Kutsal Kitap, kadının kaburgadan yaratıldığını, dolayısıyla baştan kusurlu, zayıf, hattâ günahlı olduğunu; erkekle bir ve eşit tutulamayacağını söylüyorsa, burada kıvırtmaya, çağdaşlıktan, uygarlıktan, hukuktan söz etmeye hakkınız olamaz.
Bu sorunun tek bir çözümü vardır, Mustafa Kemâl Atatürk, Fidel Castro gibi, dinle dünya işlerini kesin birbirinden ayırırsınız; Kutsal Kitaplara değil, bilime inanan, buna göre yaşamak isteyenleri koruma altına alırsınız. İnananların, bu inançlarını parasal, siyasal, eğitsel işlere karıştırmalarını kesinlikle önlersiniz.
Bu açıdan ele alındığında, insanlığın 21. Yüzyıl’da bile, kendini kandırmaya, karanlık kuyularda debelenmeye devam ettiğini görüyoruz.
Oysa, bıçak kemiğe çoktan dayandı, kıtır kıtır kesmeye başladı.
Tanrı’nın kendisine görece de olsa bir akıl ve istenç bağışladığını dilinden düşürmeyen insanoğlu, tavşana parmak ısırtan bir hızla çoğalamaz artık; elinin altındaki bütün kaynakları şimdiye kadar yaptığı gibi çarçur edemez, kirletemez, bir avuç zırdelinin buyruğuna veremez. Başka bir deyişle, yeryüzündeki ya da öbür dünyadaki mutluluğu uğruna, kör bencil kalmayı sürdüremez; şu güzelim mavi gezegenin oluştuğu gibi kalabilmesi; üzerindeki varlıkların yaşayabilmesi için, 7 milyar insanın hepsinin bencillik’ten kurtarılıp sencil, özgeci kılınması gerekir.
İnsanlığın ender çiçeği Mustafa Kemâl Atatürk’ün bütün öğretilerden değerli ilkesi yurtta barış, dünyada barış’ın gerçekleşebilmesi için, anamalcılık vebasını yeryüzünden silmesi; Küba’daki gibi, sevgiye, bilgiye dayalı dayanışmayı, paylaşmayı yürürlüğe koyması gerekiyor.
Şimdi artık sorun gerçekten ölüm-kalım sorununa dönüştü; kıvırtmaya, kandırmaya, oyalamaya, zaman kazanmaya olanak kalmadı.
Küba ve geç de olsa ardına takılan Güney Amerika ülkeleri yırtıcı anamalcılığın dışında, gerçek ten uygar bir yaşamın olabildiğini kanıtladılar; dilerim, dünyanın geri kalan büyük kesimi, başta ABD ve AB, ölüm masalcılarının zehirli kavalını dinlemekten vaktinden kurtulur.
Ulus Gazetesi,21 Eylül 2009
Önce nitelenen, açıklığa kavuşturulan, pekiştirilen sözcükleri ele alalım. Anamalcılık, evrenin temel yapısına, mantığına aykırı bir kavramdır: canımız da içinde,evrende hiçbir şey, kimsenin malı değildir. Dolayısıyla, su, hava, toprak, doğal kaynaklar, buluşlar, uygulamalar da olamaz. Elbette insanlar da, emekleri de, bunun yaratacağı artıdeğer de. Oysa ataerkil zorbalığa eklenen anamalcılık, inanılmaz bir laf ve kavram ebeliğiyle, bunların hepsini bur avuç zorbaya bağışladı yüzyıllardır; bu çarpıklık eldeki bütün uyutma, kandırma araçlarıyla, bugün de yürürlükte, daha doğrusu dünyayı, üzerindeki canlı cansız bütün varlıkları tehlikeye atma pahasına yürürlükte tutulmaya çalışılıyor o küçük soyguncu azınlık tarafından.
Demek ki, anamalcılığın kendisi vahşi, yırtıcı, yıkıcı zaten; yanına getirilen niteleme sıfatı, ancak kafa bulandırmaya; sanki onun yumuşağı, evcili, uygarı olurmuş yanılsamasını yaratmaya, sürdürmeye yarıyor. Ve bu tuzağa, bilerek bilmeyerek, devrimci olduğunu sanan ve savunanlar da düşüyor.
Aynı şey ılımlı İslâm için de geçerli; düz mantık, ister İslâm, ister Musevilik, ister Hıristiyanlık olsun, bütün tektanrılı dinler konusunda bireyleri tek bir seçimle yüz yüze getirir: bu dinlerden birine inandığınızı, onun buyruklarına göre yaşamak istediğinizi söylediğiniz anda, yol bellidir: hiç kıvırmadan, koşulsuz uyacaksınız inancınızın buyruklarına. Bunun ılımlısı, yumuşağı, uygarı olmaz, olamaz. Kutsal Kitap, kadının kaburgadan yaratıldığını, dolayısıyla baştan kusurlu, zayıf, hattâ günahlı olduğunu; erkekle bir ve eşit tutulamayacağını söylüyorsa, burada kıvırtmaya, çağdaşlıktan, uygarlıktan, hukuktan söz etmeye hakkınız olamaz.
Bu sorunun tek bir çözümü vardır, Mustafa Kemâl Atatürk, Fidel Castro gibi, dinle dünya işlerini kesin birbirinden ayırırsınız; Kutsal Kitaplara değil, bilime inanan, buna göre yaşamak isteyenleri koruma altına alırsınız. İnananların, bu inançlarını parasal, siyasal, eğitsel işlere karıştırmalarını kesinlikle önlersiniz.
Bu açıdan ele alındığında, insanlığın 21. Yüzyıl’da bile, kendini kandırmaya, karanlık kuyularda debelenmeye devam ettiğini görüyoruz.
Oysa, bıçak kemiğe çoktan dayandı, kıtır kıtır kesmeye başladı.
Tanrı’nın kendisine görece de olsa bir akıl ve istenç bağışladığını dilinden düşürmeyen insanoğlu, tavşana parmak ısırtan bir hızla çoğalamaz artık; elinin altındaki bütün kaynakları şimdiye kadar yaptığı gibi çarçur edemez, kirletemez, bir avuç zırdelinin buyruğuna veremez. Başka bir deyişle, yeryüzündeki ya da öbür dünyadaki mutluluğu uğruna, kör bencil kalmayı sürdüremez; şu güzelim mavi gezegenin oluştuğu gibi kalabilmesi; üzerindeki varlıkların yaşayabilmesi için, 7 milyar insanın hepsinin bencillik’ten kurtarılıp sencil, özgeci kılınması gerekir.
İnsanlığın ender çiçeği Mustafa Kemâl Atatürk’ün bütün öğretilerden değerli ilkesi yurtta barış, dünyada barış’ın gerçekleşebilmesi için, anamalcılık vebasını yeryüzünden silmesi; Küba’daki gibi, sevgiye, bilgiye dayalı dayanışmayı, paylaşmayı yürürlüğe koyması gerekiyor.
Şimdi artık sorun gerçekten ölüm-kalım sorununa dönüştü; kıvırtmaya, kandırmaya, oyalamaya, zaman kazanmaya olanak kalmadı.
Küba ve geç de olsa ardına takılan Güney Amerika ülkeleri yırtıcı anamalcılığın dışında, gerçek ten uygar bir yaşamın olabildiğini kanıtladılar; dilerim, dünyanın geri kalan büyük kesimi, başta ABD ve AB, ölüm masalcılarının zehirli kavalını dinlemekten vaktinden kurtulur.
Ulus Gazetesi,21 Eylül 2009
13 Temmuz 2009 Pazartesi
KENTi KÖYE BAĞLAMAK
Sevgili Kenan Demirkol’u bu dergi için kutladığımda: “Amacım, köyle kenti birbirine bağlamak abi”, dedi. Doğrusu, bundan yalın, bundan gerekli ve yararlı bir amacımız olamaz. Akıl için yol bir derler ya, ben de yıllardır, çektiğimiz acıların, binlerce yıl öncesine dayanan köy uygarlığını, kasabadan geçip kente bağlayamamak olduğunu düşünürüm hep.
Şimdi gelin bu sözü birlikte açalım.
Biliyorsunuz, ağaçlardan inip meyvelerle, avladığımız öbür canlılarla beslenmenin yanına bire bin veren tahılı, tarımı katışımız kadınlarımız aracılığıyla bağladığında oradan oraya koşmayı, göçebeliği de bırakmış, küçük birimlere, köylere yerleşmişiz. Ve o dönemde henüz erkeğin kaba güce dayalı buyurgan egemenliği de bilinmiyor henüz; onun yerine yumuşacık, evrenin yapısına uygun anaerkil düzen var.
Derken erkek, döllemedeki işlevini algılayıp ayrımına varıyor, yavaş yavaş hem kadınlar, hem çocuklar üzerinde baskıya dayalı egemenlik kurmaya girişiyor. Ama bu değişim de henüz insanı doğaya saygıdan, kendisi dışındaki öbür bileşenleri koruyup kollamaktan uzaklaştırmıyor – bunun için barbar Avrupalıların gelip köklerini kazımaya giriştikleri 18. Yüzyıl ortalarında Küzey ve Güney Amerika’da yaşayan Kızılderilileri anımsayın.
Asıl büyük kopma ve yozlaşma, buharın ve onunla çalışan makinenin bulunuşuyla oluyor; o zaman zavallı çelimsiz insanoğlu, SEVİP SEVİNİP SEVİNDİRME’kle kolayca elde edeceği doyumun yerine, sanal bir erkin ardında koşmaya başlıyor, söylencedeki Zeus’luğa özeniyor, istediği an her şeyi yok edip yeniden yaratabileceğine inanmaya başlıyor, daha da kötüsü inanmayanları zorla inandırmaya girişiyor.
Bu öldürücü yanılsamanın temel araçlarından biri, biliyorsunuz para, öbürü de araba; birincisiyle iyiyi güzeli özlemek doğal hakları olan, ama kimi kurnaz açgözlü benzerleri tarafından yoksul ve yoksun bırakılmış insanları kolayca kandırabiliyor, satın alabiliyor, ve evrenin yapısına, mantığına aykırı işler yaptırabiliyor, benim deyişimle onu küresel harikiri’ye razı edebiliyor ya da zorlayabiliyor.
İkinci oyuncak, araba da para kadar tehlikeli: amipten bize dek uzanan, vazgeçilmez biçimde birbirine bağlı ve bağımlı halkları unutmamıza, bencilliğin doruğuna savrulmamıza yol açıyor: ömrü sınırlı, çevreyi kirleten, temel kaynaklarımıza onarılmaz zararlar veren, şimdilerde birbirimizi milyonlarla öldürmemize yol açan petrole tutsak oluşunun ötesinde, asıl önemlisi toplumsal dayanışmayı, imeceyi kökünden yok ediyor.
Zaman zaman bilgisayara iletiler geliyor: Avrupa yavaş kentler arayışına, uygulamasına geçiyor, diye. Boş, kandırmaca elbet. Öyle bir iki kentte arabaların sokaklarda dolaşmasını önlemekle, insanların eskisi gibi yayan dolaşmasını sağlamakla çözülür mü şu korkunç gidiş?
Temel sorun, asıl hastalık anamalcılık dediğimiz şeyin kendisidir: para için, parayla para kazanmak için yaşamaktır; insanın biricik ömrünü bu uğurda harcamak, harcatmaktır.
Çeşitli uluslardan bir avuç deli, dünyanın bütün parasına el koymuş, ellerindeki sesli, görsel, yazılı iletişim araçlarıyla hem karınlarını, hem beyinlerini aç bıraktığı milyarları korkutup sindirerek şu güzelim mavi gezegeni korkunç bir hızla yok oluşa sürüklüyor.
Oysa çözüm var, olası.
Çok sevip saydığım bir Fransız düşünür-yazarı, Henri Laborit, insan davranışlarının kökenini araştırdığı son yapıtında: “uygarlığı yeniden tanımlama zamanı geldi”, diyordu. Belli ki yaşarken Küba’ya gitme fırsatını bulamamış, bu tanımlama orada yapılmış Fidel Castro önderliğindeki güzelim Küba halkı tarafından: insan emeğiyle yaratılan değerlerin çarçuru, talanı önlenmiş; hepsi yeniden topluma, ülke düzeninin ayakta tutulmasına yatırılıyor. Hem de kör ABD’nin, öbür anamalcı katillerle birlikte, yaklaşık 50 yıldır uyguladığı amansız, acımasız kuşatmaya, boğma girişimlerine eklenen her yıl en az bir tanesi, kimi zaman üçü tepelerine binen kasırgalara karşın.
Zorunlu olarak arabadan vazgeçince, eldeki özel taşıtları da ulaşımda insanlarla paylaşmaya, yolda bekleyenleri alıp yerlerine götürmeye razı edince, toplum yaşamında en küçük bir gerilim kalmamış; kimi zaman belki saatlerce bekliyorlar yollarda – bundan bütün dünyanın utanması gerekir aslında – ama yüzlerde en küçük bir öfke, şiddet belirtisi yok.
Buna karşılık, sağlığı, eğitimi, en tepedeki dağ köyüne, bırakın köyü, tek eve götürmüşler; o tek evde tek öğrenci varsa, başına bir öğretmen geliyor, evin çatısında güneş biriktireçleri var; elde edilen elektrikle bilgisayar çalışıyor; öğretmen gönderilmiş cd’lerle dersleri o biricik öğrenciye başkent Havana’dakilerle aynı anda, aynı hızda gösterip öğretebiliyor.
Atlı, bisikletli ya da yaya bir kız ya da erkek hekim, yanında gerekli bütün ilaç ve donanımla, her ay bütün evlere uğruyor; verilen bilgi ve sağaltım yetmiyorsa, en yakın sağlık kuruluşunda sıradan bir çiftçi Fidel’inkilerle tamı tamına eşit koşullarda, parasız olarak bakılıp iyileştiriliyor.
Televizyon kanalları, gazete, kitaplar, Fidel’in bildiklerini, hiç kesip saklamadan, köylü kentli bütün yurttaşlara ulaştırıyor. Dolayısıyla dünyamızın başına bela olmuş vebalılar ne yapıyor, ne diyor bütün yurttaşlar anında duyup öğreniyor; o yüzden, ille çıkıp şimdi zorunlu emekli Fidel’ in konuşması gerekmiyor olup biteni anmaları için.
Küba’nın nüfusu 11 milyon; geçen yıl, tam 7 milyon kitap basılmış. Üstelik öyle fasa fiso, masal, fal, Herry Potter falan değil, adam gibi kitaplar.
Demek ki köy kente bağlanmış; daha doğrusu hepsi birbirine benzer, özdeş kılınmış. Aynı olanaklarla donatılmış.
Ve bunu yaparken, her alanda olduğu gibi, benzersiz Mustafa Kemâl Atatürk’ün yolunu benimsemiş, eğitimle üretimi atbaşı götüren, bizim Köy Enstitüleri’ndeki öğretimi benimsemişler. 50 yılda, hiçbir silahın, hiçbir donanmanın, hiçbir ordunun yenemeyeceği çelik gibi 4 kuşak yetiştirmişler.
Şimdi insanlığın önünde tek bir seçenek var: ya Küba’daki gerçek uygarlığa dört elle sarılmak, ya da yeniden bulutumsu olup evrene karışmak.
Ulus Gazetesi, 13 Temmuz 2009
Şimdi gelin bu sözü birlikte açalım.
Biliyorsunuz, ağaçlardan inip meyvelerle, avladığımız öbür canlılarla beslenmenin yanına bire bin veren tahılı, tarımı katışımız kadınlarımız aracılığıyla bağladığında oradan oraya koşmayı, göçebeliği de bırakmış, küçük birimlere, köylere yerleşmişiz. Ve o dönemde henüz erkeğin kaba güce dayalı buyurgan egemenliği de bilinmiyor henüz; onun yerine yumuşacık, evrenin yapısına uygun anaerkil düzen var.
Derken erkek, döllemedeki işlevini algılayıp ayrımına varıyor, yavaş yavaş hem kadınlar, hem çocuklar üzerinde baskıya dayalı egemenlik kurmaya girişiyor. Ama bu değişim de henüz insanı doğaya saygıdan, kendisi dışındaki öbür bileşenleri koruyup kollamaktan uzaklaştırmıyor – bunun için barbar Avrupalıların gelip köklerini kazımaya giriştikleri 18. Yüzyıl ortalarında Küzey ve Güney Amerika’da yaşayan Kızılderilileri anımsayın.
Asıl büyük kopma ve yozlaşma, buharın ve onunla çalışan makinenin bulunuşuyla oluyor; o zaman zavallı çelimsiz insanoğlu, SEVİP SEVİNİP SEVİNDİRME’kle kolayca elde edeceği doyumun yerine, sanal bir erkin ardında koşmaya başlıyor, söylencedeki Zeus’luğa özeniyor, istediği an her şeyi yok edip yeniden yaratabileceğine inanmaya başlıyor, daha da kötüsü inanmayanları zorla inandırmaya girişiyor.
Bu öldürücü yanılsamanın temel araçlarından biri, biliyorsunuz para, öbürü de araba; birincisiyle iyiyi güzeli özlemek doğal hakları olan, ama kimi kurnaz açgözlü benzerleri tarafından yoksul ve yoksun bırakılmış insanları kolayca kandırabiliyor, satın alabiliyor, ve evrenin yapısına, mantığına aykırı işler yaptırabiliyor, benim deyişimle onu küresel harikiri’ye razı edebiliyor ya da zorlayabiliyor.
İkinci oyuncak, araba da para kadar tehlikeli: amipten bize dek uzanan, vazgeçilmez biçimde birbirine bağlı ve bağımlı halkları unutmamıza, bencilliğin doruğuna savrulmamıza yol açıyor: ömrü sınırlı, çevreyi kirleten, temel kaynaklarımıza onarılmaz zararlar veren, şimdilerde birbirimizi milyonlarla öldürmemize yol açan petrole tutsak oluşunun ötesinde, asıl önemlisi toplumsal dayanışmayı, imeceyi kökünden yok ediyor.
Zaman zaman bilgisayara iletiler geliyor: Avrupa yavaş kentler arayışına, uygulamasına geçiyor, diye. Boş, kandırmaca elbet. Öyle bir iki kentte arabaların sokaklarda dolaşmasını önlemekle, insanların eskisi gibi yayan dolaşmasını sağlamakla çözülür mü şu korkunç gidiş?
Temel sorun, asıl hastalık anamalcılık dediğimiz şeyin kendisidir: para için, parayla para kazanmak için yaşamaktır; insanın biricik ömrünü bu uğurda harcamak, harcatmaktır.
Çeşitli uluslardan bir avuç deli, dünyanın bütün parasına el koymuş, ellerindeki sesli, görsel, yazılı iletişim araçlarıyla hem karınlarını, hem beyinlerini aç bıraktığı milyarları korkutup sindirerek şu güzelim mavi gezegeni korkunç bir hızla yok oluşa sürüklüyor.
Oysa çözüm var, olası.
Çok sevip saydığım bir Fransız düşünür-yazarı, Henri Laborit, insan davranışlarının kökenini araştırdığı son yapıtında: “uygarlığı yeniden tanımlama zamanı geldi”, diyordu. Belli ki yaşarken Küba’ya gitme fırsatını bulamamış, bu tanımlama orada yapılmış Fidel Castro önderliğindeki güzelim Küba halkı tarafından: insan emeğiyle yaratılan değerlerin çarçuru, talanı önlenmiş; hepsi yeniden topluma, ülke düzeninin ayakta tutulmasına yatırılıyor. Hem de kör ABD’nin, öbür anamalcı katillerle birlikte, yaklaşık 50 yıldır uyguladığı amansız, acımasız kuşatmaya, boğma girişimlerine eklenen her yıl en az bir tanesi, kimi zaman üçü tepelerine binen kasırgalara karşın.
Zorunlu olarak arabadan vazgeçince, eldeki özel taşıtları da ulaşımda insanlarla paylaşmaya, yolda bekleyenleri alıp yerlerine götürmeye razı edince, toplum yaşamında en küçük bir gerilim kalmamış; kimi zaman belki saatlerce bekliyorlar yollarda – bundan bütün dünyanın utanması gerekir aslında – ama yüzlerde en küçük bir öfke, şiddet belirtisi yok.
Buna karşılık, sağlığı, eğitimi, en tepedeki dağ köyüne, bırakın köyü, tek eve götürmüşler; o tek evde tek öğrenci varsa, başına bir öğretmen geliyor, evin çatısında güneş biriktireçleri var; elde edilen elektrikle bilgisayar çalışıyor; öğretmen gönderilmiş cd’lerle dersleri o biricik öğrenciye başkent Havana’dakilerle aynı anda, aynı hızda gösterip öğretebiliyor.
Atlı, bisikletli ya da yaya bir kız ya da erkek hekim, yanında gerekli bütün ilaç ve donanımla, her ay bütün evlere uğruyor; verilen bilgi ve sağaltım yetmiyorsa, en yakın sağlık kuruluşunda sıradan bir çiftçi Fidel’inkilerle tamı tamına eşit koşullarda, parasız olarak bakılıp iyileştiriliyor.
Televizyon kanalları, gazete, kitaplar, Fidel’in bildiklerini, hiç kesip saklamadan, köylü kentli bütün yurttaşlara ulaştırıyor. Dolayısıyla dünyamızın başına bela olmuş vebalılar ne yapıyor, ne diyor bütün yurttaşlar anında duyup öğreniyor; o yüzden, ille çıkıp şimdi zorunlu emekli Fidel’ in konuşması gerekmiyor olup biteni anmaları için.
Küba’nın nüfusu 11 milyon; geçen yıl, tam 7 milyon kitap basılmış. Üstelik öyle fasa fiso, masal, fal, Herry Potter falan değil, adam gibi kitaplar.
Demek ki köy kente bağlanmış; daha doğrusu hepsi birbirine benzer, özdeş kılınmış. Aynı olanaklarla donatılmış.
Ve bunu yaparken, her alanda olduğu gibi, benzersiz Mustafa Kemâl Atatürk’ün yolunu benimsemiş, eğitimle üretimi atbaşı götüren, bizim Köy Enstitüleri’ndeki öğretimi benimsemişler. 50 yılda, hiçbir silahın, hiçbir donanmanın, hiçbir ordunun yenemeyeceği çelik gibi 4 kuşak yetiştirmişler.
Şimdi insanlığın önünde tek bir seçenek var: ya Küba’daki gerçek uygarlığa dört elle sarılmak, ya da yeniden bulutumsu olup evrene karışmak.
Ulus Gazetesi, 13 Temmuz 2009
6 Temmuz 2009 Pazartesi
ŞIMARIK DÜNYADA TUTUMLU SORUMLU YAŞAMAK
Prensa Latina’nın haberine göre, Küba bu yıl ortalığı kasıp kavuran küresel para bunalımına; geçen yaz adanın altını üstüne getiren, bütün altyapıyı yerle bir eden üç korkunç kasırgaya , ayrıca yaz aylarında şimdi artık başlıca gelir kaynağı olan turizmde enerji tüketiminin büyük ölçüde artmasına karşın, hiçbir elektrik kesintisi yapmadan, tam 18 000 ton enerji arttırmış.
Bu, her anlamda, bugünden başlayarak ileriki yıllarda nasıl yaşamamız gerektiğine canlı, somut bir örnektir. Şımarık anamalcılığın yoksulluğun en dayanılmazına mahkûm ettiği milyarları yine de elindeki bütün büyülü araçlarla tüketime, daha çok tüketime zorladığı; aslında kesinlikle sınırlı doğal kaynakların sorumsuzca, çılgınca çarçur edildiği; üstüne tüy dikmek üzere, o bilgisiz, aç açık milyarları yoksun bıraktıklarının acısını unutsunlar diye sürekli çiftleşmeye; korunmayı ya da önlem almayı bilemedikleri, kimse yardım etmediği için, her sevişmenin ardından tavşanlar gibi üremeye kışkırttığı şu akıl, mantıkdışı, amansız, acımasız dünyada bir damla suyun, bir avuç yeşilin, bir solukluk oksijenin, bir lokma besinin bilenen bilinmeyen bütün değerli taşlardan daha büyük özenle korunması gerekirken, küresel harakiriden kese dolduranlar, bıkıp usanmadan ‘sakın korkmayın, bunalım geçicidir, yarın, çok çok öbür gün izi bile kalmayacak” diyerek milyarları gaz odasında öldürmekten daha acılı sonlara hazırlamaktalar
Küba, 50 yıllık görülmemiş kuşatmaya, bin bir boğma girişimine karşın, başka bir yaşama, hem de mutlu yaşama yolunun bulunduğunu kanıtlıyor sürekli: er geç tükenecek petrolün yerine rüzgâr, güneş, yer altı kaynar suyu kullanmayı bilerek, bilimsel yöntemlerle yaygınlaştırıyor. Ayrıca, az tüketen lambaları kendi eliyle, gönüllü öğrencilere, bütün evlere taktırıyor. Yetmiyor, ocakta da daha az enerji harcansın diye, yine her yuvaya birer düdüklü tencere sağlıyor; böylece yemekler hem daha az enerji harcayarak, hem daha sağlıklı pişiriliyor.
Gerek memeli hayvanlardan, gerek birim toprak alanlarından daha çok süt, tahıl, meyve elde edebilmek üzere, hiçbir hormonu araya sokmadan, doğal yöntemler, doğal gübreler kullanıyor.
Anamalcı küredeki bütün ülkeler yığınları eğitimsiz, bilgisiz, bilinçsiz bırakmaya, böylece sömürüldüklerini onlardan daha kolay gizlemeye uğraşırken, Küba’da yediden yetmişe, sivilden askere, aklınıza gelen her alanda, her yaşta yurttaşlar sürekli yeni eğitimlerle besleniyor. Fidel Castro, üniversite bitirmiş traktör sürücüsü yetiştirmekle övünüyordu bir konuşmasında.
20. Yüzyıl’ın, inanılmaz bir başarısızlığa uğrayarak insanlığın binlerce yıllık umudunu paramparça eden çatıkkaşlı toplumcularının yerine, Kaba’da her şey yukarıda değindiğim sürekli eğitmeye, bilgilendirmeye; ondan sonra, sağlık, eğitim, barınma, beslenme, çalışma alanlarında en küçük bir korku taşımayan yurttaşları yaşamın her ânında, her alanda akılyürütemeye, tartışmaya, çözüm üretmeye hazırlıyor. Ve bütün bunları bitmez tükenmez bir şenlik havasında, imece sarhoşluğunda gerçekleştiriyor. Sözün gerçek anlamında doyumlu, mutlu bu insanlar, öğretmen ya da hekim olarak, kendilerine seslenen bütün dünya insanlarının yardımına koşuyor; gönüllü öğretmenlik yapıp okuma yazma öğretiyor; yüzlerce yıldır hekim ilâç görmemiş yığınlara bilimsel sağlık dağıtıyor. Özgürlük, bağımsızlık isteyen; anamalcı talanın pençesinden sıyrılmaya çalışan insan kardeşlerine, çok pahalıya patlayan hastalıklara yakalanmadan yaşayabilmeleri için, gerçek, ucuz aşılar koşturuyor; dileyene bunların yapımı gösteriyor, üretimlik açmalarına yardım ediyor.
Buna karşılık, en parlak sözlerle, en kandırıcı anlatımlarla dünyanın dört bir yanına saçılan öbür dünya satıcılarını; cambaza baktırırken, yalnız paramızı malımızı değil, canımızı da çalıp çöpe atan iblisleri getirin gözünüzün önüne, hem de her dinden.
Kıyaslama yapıp tarttığınızda, bu yaşatıcı yolu seçenlerin 6 milyarı aşkın öbür kesimin karşısında okyanustaki damla gibi kaldığını görürsünüz; ama iki şeye gücenin, derim: bizi yılan yerine koyup oynatanların bütün barutları tükendi; sağlıklı, sevinçli yaşama tohumuysa dipdiri; binlerce yıldır kirletilmiş topraklarda bile yeşerebilir.
Ulus Gazetesi, 6 Temmuz 2009
Bu, her anlamda, bugünden başlayarak ileriki yıllarda nasıl yaşamamız gerektiğine canlı, somut bir örnektir. Şımarık anamalcılığın yoksulluğun en dayanılmazına mahkûm ettiği milyarları yine de elindeki bütün büyülü araçlarla tüketime, daha çok tüketime zorladığı; aslında kesinlikle sınırlı doğal kaynakların sorumsuzca, çılgınca çarçur edildiği; üstüne tüy dikmek üzere, o bilgisiz, aç açık milyarları yoksun bıraktıklarının acısını unutsunlar diye sürekli çiftleşmeye; korunmayı ya da önlem almayı bilemedikleri, kimse yardım etmediği için, her sevişmenin ardından tavşanlar gibi üremeye kışkırttığı şu akıl, mantıkdışı, amansız, acımasız dünyada bir damla suyun, bir avuç yeşilin, bir solukluk oksijenin, bir lokma besinin bilenen bilinmeyen bütün değerli taşlardan daha büyük özenle korunması gerekirken, küresel harakiriden kese dolduranlar, bıkıp usanmadan ‘sakın korkmayın, bunalım geçicidir, yarın, çok çok öbür gün izi bile kalmayacak” diyerek milyarları gaz odasında öldürmekten daha acılı sonlara hazırlamaktalar
Küba, 50 yıllık görülmemiş kuşatmaya, bin bir boğma girişimine karşın, başka bir yaşama, hem de mutlu yaşama yolunun bulunduğunu kanıtlıyor sürekli: er geç tükenecek petrolün yerine rüzgâr, güneş, yer altı kaynar suyu kullanmayı bilerek, bilimsel yöntemlerle yaygınlaştırıyor. Ayrıca, az tüketen lambaları kendi eliyle, gönüllü öğrencilere, bütün evlere taktırıyor. Yetmiyor, ocakta da daha az enerji harcansın diye, yine her yuvaya birer düdüklü tencere sağlıyor; böylece yemekler hem daha az enerji harcayarak, hem daha sağlıklı pişiriliyor.
Gerek memeli hayvanlardan, gerek birim toprak alanlarından daha çok süt, tahıl, meyve elde edebilmek üzere, hiçbir hormonu araya sokmadan, doğal yöntemler, doğal gübreler kullanıyor.
Anamalcı küredeki bütün ülkeler yığınları eğitimsiz, bilgisiz, bilinçsiz bırakmaya, böylece sömürüldüklerini onlardan daha kolay gizlemeye uğraşırken, Küba’da yediden yetmişe, sivilden askere, aklınıza gelen her alanda, her yaşta yurttaşlar sürekli yeni eğitimlerle besleniyor. Fidel Castro, üniversite bitirmiş traktör sürücüsü yetiştirmekle övünüyordu bir konuşmasında.
20. Yüzyıl’ın, inanılmaz bir başarısızlığa uğrayarak insanlığın binlerce yıllık umudunu paramparça eden çatıkkaşlı toplumcularının yerine, Kaba’da her şey yukarıda değindiğim sürekli eğitmeye, bilgilendirmeye; ondan sonra, sağlık, eğitim, barınma, beslenme, çalışma alanlarında en küçük bir korku taşımayan yurttaşları yaşamın her ânında, her alanda akılyürütemeye, tartışmaya, çözüm üretmeye hazırlıyor. Ve bütün bunları bitmez tükenmez bir şenlik havasında, imece sarhoşluğunda gerçekleştiriyor. Sözün gerçek anlamında doyumlu, mutlu bu insanlar, öğretmen ya da hekim olarak, kendilerine seslenen bütün dünya insanlarının yardımına koşuyor; gönüllü öğretmenlik yapıp okuma yazma öğretiyor; yüzlerce yıldır hekim ilâç görmemiş yığınlara bilimsel sağlık dağıtıyor. Özgürlük, bağımsızlık isteyen; anamalcı talanın pençesinden sıyrılmaya çalışan insan kardeşlerine, çok pahalıya patlayan hastalıklara yakalanmadan yaşayabilmeleri için, gerçek, ucuz aşılar koşturuyor; dileyene bunların yapımı gösteriyor, üretimlik açmalarına yardım ediyor.
Buna karşılık, en parlak sözlerle, en kandırıcı anlatımlarla dünyanın dört bir yanına saçılan öbür dünya satıcılarını; cambaza baktırırken, yalnız paramızı malımızı değil, canımızı da çalıp çöpe atan iblisleri getirin gözünüzün önüne, hem de her dinden.
Kıyaslama yapıp tarttığınızda, bu yaşatıcı yolu seçenlerin 6 milyarı aşkın öbür kesimin karşısında okyanustaki damla gibi kaldığını görürsünüz; ama iki şeye gücenin, derim: bizi yılan yerine koyup oynatanların bütün barutları tükendi; sağlıklı, sevinçli yaşama tohumuysa dipdiri; binlerce yıldır kirletilmiş topraklarda bile yeşerebilir.
Ulus Gazetesi, 6 Temmuz 2009
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)