Son zamanlarda dillerden düşmeyen iki sıfat var: vahşi ve ılımlı;birincisi anamalcılığın yanında kullanılıyor, ikincisiyse İslâm’ın. Biliyorsunuz, sıfatlar sözcüklerin, kavramların anlamını pekiştirmekte, açmakta kullanılır. Peki bu iki sıfat böyle bir işlev mi görüyor, yoksa perdelemeye, bilinçleri bulandırmaya mı yarıyor? İkincisine elbet.
Önce nitelenen, açıklığa kavuşturulan, pekiştirilen sözcükleri ele alalım. Anamalcılık, evrenin temel yapısına, mantığına aykırı bir kavramdır: canımız da içinde,evrende hiçbir şey, kimsenin malı değildir. Dolayısıyla, su, hava, toprak, doğal kaynaklar, buluşlar, uygulamalar da olamaz. Elbette insanlar da, emekleri de, bunun yaratacağı artıdeğer de. Oysa ataerkil zorbalığa eklenen anamalcılık, inanılmaz bir laf ve kavram ebeliğiyle, bunların hepsini bur avuç zorbaya bağışladı yüzyıllardır; bu çarpıklık eldeki bütün uyutma, kandırma araçlarıyla, bugün de yürürlükte, daha doğrusu dünyayı, üzerindeki canlı cansız bütün varlıkları tehlikeye atma pahasına yürürlükte tutulmaya çalışılıyor o küçük soyguncu azınlık tarafından.
Demek ki, anamalcılığın kendisi vahşi, yırtıcı, yıkıcı zaten; yanına getirilen niteleme sıfatı, ancak kafa bulandırmaya; sanki onun yumuşağı, evcili, uygarı olurmuş yanılsamasını yaratmaya, sürdürmeye yarıyor. Ve bu tuzağa, bilerek bilmeyerek, devrimci olduğunu sanan ve savunanlar da düşüyor.
Aynı şey ılımlı İslâm için de geçerli; düz mantık, ister İslâm, ister Musevilik, ister Hıristiyanlık olsun, bütün tektanrılı dinler konusunda bireyleri tek bir seçimle yüz yüze getirir: bu dinlerden birine inandığınızı, onun buyruklarına göre yaşamak istediğinizi söylediğiniz anda, yol bellidir: hiç kıvırmadan, koşulsuz uyacaksınız inancınızın buyruklarına. Bunun ılımlısı, yumuşağı, uygarı olmaz, olamaz. Kutsal Kitap, kadının kaburgadan yaratıldığını, dolayısıyla baştan kusurlu, zayıf, hattâ günahlı olduğunu; erkekle bir ve eşit tutulamayacağını söylüyorsa, burada kıvırtmaya, çağdaşlıktan, uygarlıktan, hukuktan söz etmeye hakkınız olamaz.
Bu sorunun tek bir çözümü vardır, Mustafa Kemâl Atatürk, Fidel Castro gibi, dinle dünya işlerini kesin birbirinden ayırırsınız; Kutsal Kitaplara değil, bilime inanan, buna göre yaşamak isteyenleri koruma altına alırsınız. İnananların, bu inançlarını parasal, siyasal, eğitsel işlere karıştırmalarını kesinlikle önlersiniz.
Bu açıdan ele alındığında, insanlığın 21. Yüzyıl’da bile, kendini kandırmaya, karanlık kuyularda debelenmeye devam ettiğini görüyoruz.
Oysa, bıçak kemiğe çoktan dayandı, kıtır kıtır kesmeye başladı.
Tanrı’nın kendisine görece de olsa bir akıl ve istenç bağışladığını dilinden düşürmeyen insanoğlu, tavşana parmak ısırtan bir hızla çoğalamaz artık; elinin altındaki bütün kaynakları şimdiye kadar yaptığı gibi çarçur edemez, kirletemez, bir avuç zırdelinin buyruğuna veremez. Başka bir deyişle, yeryüzündeki ya da öbür dünyadaki mutluluğu uğruna, kör bencil kalmayı sürdüremez; şu güzelim mavi gezegenin oluştuğu gibi kalabilmesi; üzerindeki varlıkların yaşayabilmesi için, 7 milyar insanın hepsinin bencillik’ten kurtarılıp sencil, özgeci kılınması gerekir.
İnsanlığın ender çiçeği Mustafa Kemâl Atatürk’ün bütün öğretilerden değerli ilkesi yurtta barış, dünyada barış’ın gerçekleşebilmesi için, anamalcılık vebasını yeryüzünden silmesi; Küba’daki gibi, sevgiye, bilgiye dayalı dayanışmayı, paylaşmayı yürürlüğe koyması gerekiyor.
Şimdi artık sorun gerçekten ölüm-kalım sorununa dönüştü; kıvırtmaya, kandırmaya, oyalamaya, zaman kazanmaya olanak kalmadı.
Küba ve geç de olsa ardına takılan Güney Amerika ülkeleri yırtıcı anamalcılığın dışında, gerçek ten uygar bir yaşamın olabildiğini kanıtladılar; dilerim, dünyanın geri kalan büyük kesimi, başta ABD ve AB, ölüm masalcılarının zehirli kavalını dinlemekten vaktinden kurtulur.
Ulus Gazetesi,21 Eylül 2009
21 Eylül 2009 Pazartesi
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)